Soylu ve Eşlikçi




Sabahın erken saatlerinde kuş cıvıltıları açık camdan içeri giriyordu. Parlak güneş odayı ısıtmıştı.

Kısa bir süre sonra odanın kapısı çalındı. İçeriden cevap gelmediğini duyunca kısa boylu, güler yüzlü bir kadın başını odanın içine doğru uzattı.

Yatakta uyuyan küçük çocuğa şefkatli gözlerle baktı.

"Prensim~ Hadi kalk, kahvaltı hazır. Hazırlan, aşağıda seni bekliyoruz."

Annesinin tatlı sesini duyan 12 yaşındaki küçük çocuk yavaşça gözlerini açtı. Yataktan doğruldu ve gözlerinin ovuşturduktan sonra annesine cevap verdi. "Tamam, anneciğim." 

Annesi, küçük çocuğa tekrar parlak bir gülümsedi. Ardından kapıyı açık bırakarak eşini uyandırmaya gitti.

Küçük çocuk, annesinin ve babasının neşeli kahkahalarını ve şakalarını duyabiliyordu. Bundan çok memnundu. Okuldaki sınıf arkadaşlarından anneleri ve babalarının sürekli kavga ettikleri hakkındaki yakınmalarını duymuştu. Oysaki, onun anne ve babası asla kavga etmezdi.

Küçük çocuk yataktan çıktı ve banyoya yöneldi. Eline aldığı temiz çamaşırları platforma yerleştirdikten sonra sıcak suyla hızlı bir duş aldı. Temiz kıyafetleri giydi ve dişlerini fırçaladı. Saçlarını tarayıp şekil verdikten sonra aynaya kendinden memnun şekilde baktı.

Odasına giderek çantasını hazırladı. İçerisine dün gece yaptığı ödevi, annesinin masasına koyduğu öğle yemeğini ve dün arkadaşına ödünç vermeye söz verdiği PS oyununu koydu. 

Aşağı elinde çantasıyla indi ve çantayı kapının yanına bıraktı. Yemek masasında ona hazırlanan koltuğa oturdu. Babasının çoktan kendi köşesine oturmuş, elektronik gazeteyi okuduğunu fark etti. "Günaydın, babacığım." 

Küçük çocuk adeta küçük bir güneş gibiydi. Yuvarlak gözleri pırıl pırıl parlıyor ve gülümsediğinde yanağında oluşan gamze onun sevimliliğine sevimlilik katıyordu. Babası, çocuğun şirinliğine bir kere daha hayran oldu. 

"Sana da günaydın, Adlee."

Adlee'nin annesi çocuğunun masaya oturmuş sabırsız bir şekilde kahvaltısını beklediğini görünce hazırladığı pankekleri ilk önce ona verdi. Kocasının dik bakışları altında çaresiz bir şekilde gülümsedi. Hayatım, küçük bir çocukla yarışmanın bir anlamı yok.

Adlee, annesinin tabağına koydu pankekleri mutlulukla karşıladı. "Teşekkürler, anneciğim."

Masada yanında duran akçaağaç şurubuna uzandı. Pankeklerin üzerine biraz tereyağı sürdükten sonra şuruptan yeteri kadar döktü. Çatal ve bıçağı doğru sırayla kullanarak küçük bir çocuktan beklenmeyen bir zarafetle yemeğini yedi. 

O yerken annesi tüm pankekleri çoktan hazırlamayı bitirmişti. Birlikte kahvaltı ederlerken sohbet etmeye başladılar. "Adlee, bugünkü sınavın için çok çalıştığını biliyoruz. Eminim iyi bir sonuç alacaksındır."

Adlee'nin annesi çocuğunu sınav için motive etmeye çalışırken buzdolabından yeni çıkardığı soğuk sütü Adlee'nin bardağına döktü. Adlee sütten büyük bir yudum aldıktan sonra konuştu. "Biliyorum, anneciğim. Sınavda elimden geleni yapacağım."

Karı ve koca birlikte gururlu bir şekilde, iyi yetişmiş çocuklarına baktı. Göz açıp kapayıncaya kadar büyümüştü. Adlee'nin babasının adı Erdem, annesinin adı Sinem'di. 

Erdem kahvaltısını hızlıca bitirmiş, taze demlenmiş çayını yudumlarken gazeteyi okumaya devam etti. Elindeki gazete kağıttan değildi. 22. yüzyılın son buluşlarından biri olan holografik bir gazeteydi. Sadece aletin köşesinden tutmasıyla internet ağındaki neredeyse tüm haberlere ulaşması mümkündü.

Erdem'in gazetede gördüğü bir haber kaşlarını çatmasına sebep oldu.

Onun ani ruh değişimini fark eden Sinem merakla sordu. "Hayrola, bir sorun mu var?"

Adlee'de bir şeylerin yanlış olduğunu fark etti. Kahvaltısını çoktan bitirmiş masadan kalkmaya niyetlenmişti. Ancak merakı yüzünden vazgeçti ve babasına bakmaya başladı. Erdem, onun bakışlarını fark etti. "Adlee, senin okula gitmen gerekiyor. Servisi bekletmek istemeyiz. Acele et."

Adlee, babasının annesiyle özel konuşmak istediğini anlaması için dahi olmasına gerek yoktu. Zaten babasının gözlerindeki bakıştan durumu anlamıştı. Daha fazla ısrar etmek onu isyankar bir çocuk olarak göstermekten başka bir şey yapmazdı. 

Başını öne eğdi ve itaatkar bir şekilde lavaboya yöneldi. 

Adlee ayrıldıktan sonra Erdem'in bakışları karısına döndü. "Gene bir 'Bağlantı Noktası' belirmiş. Bu, bu ay üçüncü oluyor. Şimdiye kadar hiç bu kadar sık belirmemişlerdi. Ciddi bir şeyler olacağından endişeleniyorum."

"Hayatım, hükümet bu olanları gizli tutmada kararlı. Sen olmasan bizim de hiç haberimiz olmayacaktı. Bu işin sonunda bir felaket varsa ona karşı önlem almak bizim sorumluluğumuzda. Adlee'yi ne olursa olsun korumak istiyorum."

Erdem, Sinem'e anlayış dolu bakışlarla baktı. "Hafta sonu bir gezi ayarlayalım. Hak Dağı'nın arka tarafında geniş bir kamp alanı var. Orada birkaç gün kaldıktan sonra izimizi kaybettiririz. Bir sığınak ayarlamaya çalışacağım."

Sinem'in endişeli gözleri, Adlee banyodan çıktıktan sonra tamamen değişti. O kadar hızlı değişmişti ki Yılın Aktiristi Ödülü'nü kazanan Suel bile onun oyunculuk yeteneğini kıskanabilirdi.

Adlee hiçbir şeyden habersiz bir şekilde kapıya yürüdü. Annesi ve babasına veda ettikten sonra kapıda bekleyen servise binmek için aceleyle dışarı koştu.

Adlee, servise bindiğinde herkese parlak bir gülümsemeyle selam verdi. Kısa koridorda yürüdükten sonra merdivenin düğmesine bastı ve merdivenin açılmasını izledi. Dikkatli adımlarla yukarı çıktıktan sonra merdivenin tekrar kapanmasına izin verdi. 2 yıldır serviste koltuk arkadaşı olan Emre'nin yanına oturdu.

"Günaydın, Emre." 

"Sana da günaydın, Adlee."

Adlee, neşeli bir tavırla yerine oturdu ve çantasını kucağına koydu. Emre ile bugünkü sınavları hakkında sohbet etmeye başladı.

Adlee'nin bindiği servis 4 kabinle ayrılıyordu. İlk kabin, şoför odasıydı ve şoförün yolcularla direk temasını engelliyordu. Bu tüm öğrencilerin velilerinin ortak isteğiydi. Veliler haberlerde görüp de etkilendikleri bazı üzücü ve onur kırıcı olaylar yüzünden artık servis şoförlerine güvenmiyorlardı.

İkinci kabin, görevli öğretmenlerin oturması içindi. Kalabalık bir servis olmadığı için sadece iki tane görevli öğretmen vardı. İkisi de kadındı ve uzun zamandır birbirleriyle arkadaşlardı. Bu yüzden görevli öğretmen olmak onlar için can sıkıcı bir görev değildi. Yolun çoğunluğunda magazin haberlerini tartışarak zaman geçiriyorlardı.

Üçüncü kabinde "avam" öğrencileri oturuyordu ve bu kısım servis arabasının geniş arka kısmının alt katını oluşturuyordu. İçerideki 40 öğrenci, U şeklindeki koltuklara yan yana oturmuştu.

Son kabin ise üçüncü kabinin üstündeydi. Köşede duran açılır, geniş merdivenlerle yukarı çıkılıyordu. Bu kabinde yalnızca 8 koltuk vardı ve burası özel bir sınıf olan "soylu" öğrenciler için ayrılmıştı.

"Soylu" ve "avam" olarak ayrılan toplum düzeni kesinlikle rastgele değildi. Gen havuzundaki genlerin polimorfiziminde en sağlam, en güçlü genlerle donanmış "soy" mensupları elbette bu üstünlüğü hak ediyorlardı.

21. yüzyılın sonlarına doğru yasallaştırılan gen modifikasyonuyla birlikte bazı aileler, çocuklarının bu hizmetle yeniden tasarlanmasını istediler. Aile soyundaki en mükemmel genlerle şimdiye kadar hiç görülmemiş en güçlü, zeki ve baskın soyu oluşturabileceklerini düşündüler.

22. yüzyılın başlarında oldukça popüler olan bu gen terapisi, ne yazık ki beklenildiği gibi olumlu sonuçlar vermedi. Çünkü bazı infantlar terapiden sonra yaşamlarını sürdüremiyorlardı. Çeşitli kardiyak hastalıkları ve mental retardasyonu olan bu çocuklar bu girişimin başarısızlığının kanıtıydı. Aileler, bu durumdan korktular ve doğacak çocuklarını riske atmak istemediler.

Neyse ki, bilim adamları ve doktorlar gen terapisinin işe yaradığı kesim ile yaramadığı kesim arasındaki önemli farkı kısa sürede keşfedebildiler. İşe yaramayan kesimin genetik materyalinde belli kromozomlarda bulunan bazı genler modifikasyona kalıcı bir direnç oluşturacak bazı proteinleri kodluyorlardı. 

Bilim adamları bu genleri susturmayı denediler, ancak gen loküsündeki allelerden herhangi birinin delesyonu, bu kişilerde yaşam ile bağdaşmıyordu. Bu durumun kalıcı bir "gen direnci" olduğuna ikna olduklarında, çalışmalarını tekrar modifikasyonun işe yaradığı kesime yönelttiler.

Modifikasyon sonucunda doğan bebek, doğduğu andan itibaren yaşıtları ile arasında büyük farklar oluşturmaya başladı. Büyüme evrelerini, hızlı ve başarılı bir şekilde tamamlayan bu bebekler yaşıtlarıyla kıyaslanamayacak kadar zeki ve becerikliydiler. Bu durum bazı peşin hükümlü devlet yetkililerini gözünü korkuttu.

Gelecekte konumlarının risk altına gireceğini anlayan bu kişiler, insanların gelişimine öncü olmaktansa bunu kısıtlandırmayı denediler. En mükemmel soyun çocuklarının, artık insan sayılmayacağını öne süren önyargılı, agresif ve ağlaz makaleler yazdılar.

Bu makaleleri okuyan en abenges adam bile bu yargılamanın sonucunun bir saçmalık olduğunu düşündü.

Ancak halkın tepkisizliği devlet adamlarının hevesini kırmadı. Çünkü birikmiş deneyimlerinden halkı yönlendirmenin çocuk oyuncağı olacağını biliyorlardı. Reklamlar, haberler ve belgeseller yardımıyla yavaşça halkın beynini yıkamaya başladılar. 

Bazı aydın kesimler bu gidişatın önünü kesmeye çalıştı, çünkü biliyorlardı ki bu işin sonu sadece insanlara değil, o bebeklere de zarar verecekti.

Her şeye rağmen, devlet kazandı. 

Harekete geçmeden önce acıklı bir konuşmanın eşliğinde canlı yayında bu çocukların doğuramayacağı gelecek nesiller için yas tuttular. Çoğu kişi devlete inanıp göz yaşlarıyla anma törenini izlerken, bazıları çocukları kurtarmanın yollarını arıyordu.

Çok geçmeden devlet harekete geçti ve bu "soylu" çocukları kısırlaştırdılar. En mükemmel soyun artık çocukları olmayacaktı. 

Bazı öjeni savunucuları kendi aralarında tarikat kurmaya başladılar, ancak devlet bu konuda çok müsamahasızdı. Sansürler ve tutuklamalar eşliğinde bu fikrin yayılmasını engelleyerek şu anki sosyal yapının oluşmasına temel attılar.

Gen direncine sahip olan bireyler, azımsanmayacak kadar çoktu. Ayrıca bu bireylerin çocuklarının da gen direncine sahip olma olasılığı çok yüksekti. Bu yüzden devlet potansiyel "soylu" çocukları bulabilmek için tanı testleri hazırlamaya başladı. Gebe kadınlar, hamileliklerinin ilk trimesterinden sonra hazırlanmış belirli kitlerle tarandılar.

Potansiyel "soylu" çocuğunun, gen terapisini alması için ailenin izni gerekiyordu. Bu izin kapsamında, doğacak çocuğun kısırlaştırılacağını ve ailenin yeni bir çocuk doğurmayacağını güvence altına alıyorlardı. Çünkü "soylu" çocukları en kaliteli ve özenli bakımı hak ediyordu.

2130 yılı Anayasa güncellemesine göre, soylu çocukların aile içinde tek çocuk olarak büyümeleri onların geliştirecekleri psikolojik durum için önemliydi ve zorunluydu.

Devlet bu şartları yerine getirip protokolü yerine getiren her aileye yardım yapmaya ve diğerlerinin asla ulaşamayacağı ayrıcalıklar vermeye başladı. Bu sayede, olası bir soylu çocuğu tespit edildiğinde, aile hevesli bir şekilde onu terapiye sokmayı kabul edecekti.

Şu anda, tüm dünyadaki soylu kişilerin sayısı 300'ü geçmiyordu. 

Adlee'nin yaşadığı ülkenin adı Drakotera'ydı. Tüm dünya genelinde gerçekten söz sahibi olan dört büyük ülkeden biriydi.

Drakotera'da yaşayan iki yetişkin, iki genç ve dört tane de çocuk soylu vardı. 

Ülkede yaşayan soyluların sayısının az olmasına rağmen devlet protokolüne göre soyluları toplumdan soyutlayıp yüce bir konuma getirmektense topluma karışmalarını sağlamak çok daha işlevseldi.

Yine de her alanda yaşıtlarını açık arayla bastırabilen bu çocukları normal bir okula koyup normal bir okul hayatı yaşamalarını sağlamak mümkün değildi.

Bu yüzden her soylunun sosyal hayata uyum sağlamasını kolaylaştırmak ve gelecekte işlerinde yardımcı olmasını sağlamak için özenle seçilmiş üç tane eşlikçisi olurdu.

Eşlikçiler, ilk önce ülke genelinde yapılan ulusal bir sınavla seçilir. Sonra da mülakatla elenirlerdi. Aralarında istenilen yeteneklere ve becerilere sahip olanlar soylu çocukla tanıştırılır. Eğer soylu çocuk onlardan hoşlanırsa eşlikçi olmaya hak kazanırlardı.

Eşlikçi olmak, her çocuğun hayali sayılabilirdi. Çünkü bu şekilde hem gelecekleri güvence altında olur hem de aileleri büyük avantajlar kazanabilirdi. 

Eşlikçi olarak yapmaları gereken şey de oldukça basitti. Altında oldukları soyluyu takip etmek ve onunla iyi anlaşmak yeterliydi. Bu nedenle, soylu çocukların etrafı daima onlarla arkadaş olmak isteyen kişilerle dolu olurdu.

Yaklaşık on beş dakika süren kısa bir yolculuğun sonunda okula vardılar. 

Okulun ismi Opus'du. Bu antik dillerden biri olan Latince'de "çalışmak" demekti. Okulun adından anlatılmak istendiği gibi okulda en önemli olan şey çalışmaktı. Her ay genel sınavlar olsa da sınavlardan alınan puan sadece hangi sınıfta okuyacağınızı belirliyordu. Sınıf geçmeyi belirleyen şey ise "çalışma saati"ydi.

Bir öğrenci ne kadar zeki olursa olsun, çalışmadığı sürece kapının yanında duran çöp kutusundan daha fazla değeri yoktu. Toplumda yüksek mevkileri alabilecek yegane kişiler, gençken dişini sıkarak çalışan kişilerdi.

Bu felsefeyle yola çıkan okul yöneticilerinin en fazla sempati duydukları kişiler, yeterince çalıştığı halde bir türlü yüksek not alamayan kişilerdi. Bu yüzden düşük notlu sınıfların öğrencilerine, normal şekilde elde edemeyecekleri fırsatları sunarak gerçek hayatta sağlam bir pozisyon sağlamaya çalışıyorlardı.

Çalışma saati ise her öğrencinin uyması gerektiği bir kuraldı. Haftalık asgari olarak 20 saat bireysel olarak ders çalışmak zorunluydu. Daha fazla çalışmayı seçerseniz de okulun genel tablosunda adınızı yazdırma hakkını kazanabilirdiniz.

Bu tablo her zaman rengarenk olurdu ve okulun en fazla onur duyduğu tabloydu. Haftalık olarak güncellenen bu tabloda daima düşük puanlı "avam" öğrencilerin isimleri üst sıralarda olurdu.

Çalışmak, en gurur duyulması gereken şeydi. Bu yüzden listenin ilk onunda olan her öğrenci karşılıksız bursu göğüslerini gererek kabul ederlerdi.

Adlee, servisten indikten sonra onu bekleyen üç eşlikçisine gülümsedi.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GİS Anatomisi

Oyun Tavsiyesi - Undertale

Kitap Tavsiyesi - Kızıl Veba